Dün benim doğum günümdü. Teoman’ın şarkısında dediği gibi “babamın öldüğü yaşta” değilim; (şükür ki babam hâlâ hayatta) ama şunu fark ettim: Başka açıdan enteresan bir yaştayım. Doğduğum yılla aynı yaştayım. En azından bir yıl boyunca tereddütsüz söylemek de kolay olacak: “Hem 63’lüyüm hem de 63 yaşındayım!”
Dün, gün boyu gelen yazılı ve sözlü mesajların tadını çıkardım. Bir ara mumlu emojilerle dolu onlarca mesajı art arda alınca “nereden nereye..?” demeden edemedim. Ve hayatımın pek çok kesiti gözlerimin önünde yeniden canlanırken, profesyonel iş yaşamıma da 63 yıllık birikimle bakmaya çalıştım. Şimdi sizinle o yılların, bugünden bakınca gözüken kısa bir özetini paylaşmak istiyorum.
İlkokul yıllarında, önlük yakalarım teneffüslerdeki didişmelerden veya okul sonrası yaptığımız güreşlerden dolayı pek bir araya gelemezdi. Ve o zamanlar “beyaz yaka” diye bir kavramdan habersizdim. Sonra lise… üniversite derken… Bir gün kendimi o beyaz yakanın içinde buldum ve yani ben de artık (fi)yakalıydım!
1988 yılında, o zamanki adıyla Otomarsan olan Mercedes-Benz Türk’ün finans bölümüne girdim. Bu dönemi gençlik yılları olarak tanımlarsam, sonraki yıllarla arasındaki en büyük fark: Enerji fazlam ve risk iştahımmış diyebilirim. Eğer 3 yıl boyunca aynı işi yaptıysam ardından bir an önce yükselmek ister, yükselemiyorsam bölüm değiştirmeye hatta gerekirse şirket değiştirmeye çalışırdım. Ve değiştirirdim de… Sonra, Sabancı Holding’de ve çimento sektöründe geçen olgunluk dönemim… Daha dingin ama yine de sorgulamaktan vazgeçmeyen yıllarım.İtiraf edeyim: O günlerim “Ben bu durumda nasıl davranmalıyım?” demekten çok daha fazla, “Bir insan niye böyle davranır ki?”, “Neden böyle tepki verdi?”, “Nasıl bu kadar kolay yalan söyleyebilir, neden bu kadar agresif?” gibi serzenişlerle geçerdi. Elbette çalışma arkadaşlarıma dair bir sürü soruma cevap bulmazdım ama yine de onlarla “çekişmekten” çok iletişime önem verdiğim bir dönemdi. Risk iştahım hâlâ vardı fakat sanki günlük menüme “hazım hapı” da eklenmişti. Strateji, kriz yönetimi ve insan ilişkilerinde denge arayışım ön plana çıkmıştı o dönem. Sonra tekrar Mercedes dünyasına dönüş… Daha da dinginleştiğim, “herkesin bir hikâyesi vardır” anlayışının yerleştiği ve “ben de bu ekiple bir hikâye yazayım” dediğim yıllar. Uzun yıllar Avrupa’da kurallara uyarak ve medenice araba kullanmanın şaşırtıcı huzuru da çok etkilemiş olacak ki beni (Türkiye’de, hele İstanbul’da bu moda ulaşmam mümkün olamazdı sanırım) sanki artık tepkilerimde kornaya basmak yerine camı indirip “Buyurun, önce siz geçin” deme modundaydım. Emeklilik yaklaşıyor muydu ne!?
Derken, takvim yaprakları sessiz sedasız 2021’i gösterdi…
Nihayet resmi olarak emeklilik yılları… “Yoruldum, dinleneceğim” dedikten sadece 6 ay sonra kendimi yeni yeni ve daha önce hiç hazırlamadığım sunumlar hazırlarken buldum… Demek ki sandığım gibi “hız kesme” bile değilmiş benim için emeklilik. Daha ziyade, arabama bir dolu genç alıp onlara yolculuğu anlatmak, karşımıza çıkacak virajları, engebeli yolları tarif etmek gibi bir durum söz konusu şimdilerde.
Burası bir edebiyat platformu değil o yüzden duygusallığı bir yana bırakarak, geriye bakınca gördüklerimi şöyle özetleyeyim:
Gençlik yılları bana enerjinin değerini öğretti (bazen biraz da pahalıya mal oldu),
Olgunluk yılları stratejinin ve iletişimin gücünü gösterdi (ve sabrın ne kadar zor kazanıldığını),
Emeklilik yılları ise paylaşmanın anlamını hatırlattı (ve bunun hâlâ en çok keyif veren iş olduğunu).
İş dünyasında da hayat gibi, her dönemin kendine özgü bir temposu var. Mesele, içinde bulunduğun dönemin avantajını fark edip onu sonuna kadar kullanmak…
Yaşımız, hep takvimdeki rakamlardan toplayıp çıkartarak hesapladığımız bir sayı olabilir. Asıl önemli olan, o sayıya ulaşana kadar ne kadar eğlendiğimiz, ne kadar ürettiğimiz ve ne kadar paylaştığımız… Siz şu an hangi evreyi yaşıyorsunuz bilemiyorum ama daha önce de dediğim gibi: “Her canlı emekliliği tadacaktır.”
Ve elbette buradaki “emeklilik”le EYT’yi kastetmiyorum!
Yazı Bağlantısı: LinkedIn